23 Temmuz 2014 Çarşamba

GÜNEŞ ÇIKTI...



Yazmayan kalemleri,
sayfası bitmiş defterleri,
kulpu kırık fincanları,
‘Zayıflayınca giyerim’ kotunu,
son 5 aydır giymediğiniz kıyafetleri,
arka balkona tıkıştırdığınız, bir gün yüzünü yenilerim pırıl pırıl olur dediğiniz o sandalyeyi,
dibi kararmış tencereyi,
taşındığınız hangi evden kaldığı, hangi kapıyı açtığı artık meçhul olan o anahtarları,
sırf genç ve güzel çıkmışsınız diye yanınızda o hiç sevmediğiniz tiple poz verdiğiniz fotoğrafı,
çekmecenin dibindeki müzik kasetlerini (kaset mi kaldı allah aşkına)
Atın...
Ohh bir ferahlayın bakalım,tamam mı?
Şimdi ihtimalleri atın.
‘Olacaktı, son anda olmadı’ları atın, olmamış işte.
takılıp kaldığınız o günü,
düşünüp durduğunuz o lafı,
Atın...
Küstüğünüz için uzun zamandır görmediklerinizin aklınızda kalan son görüntüsünü,
alındıklarınızın, gücendiklerinizin hiç umurunda olmayan o ‘olayı’,
Atın...
O hiç beceremediğiniz yemeğin tarifini,
kestiğiniz eski gazete küpürünü,
içinizi kemiren o ukteyi,
Atın...
zamanı gelince yiyeceğiniz soğuk intikam yemeğini de dökün.
Soğuk yemeğin hiç tadı olmaz, dışarıdan bir döner söyleyin daha iyi.
Buzdolabının üzerindeki diyet listesini (faturaların altında duruyor)
depodaki koşu bandını,
Atın...
Cevabı olmayan soruları,
kaçırdığınız fırsatları,
atıldığınız işleri,
beceremediğiniz ilişkileri,
kişisel gelişim kitaplarını,
Atın...
Arkanızdan konuşanları,
önünüzü kapayanları,
alamadığınız terfiyi,
oturamadığınız evi,
‘Şimdiki aklım olsa’ları,
aldığınız en kötü karneyi,
hatta en iyi karneyi,
çalışmayan saatleri,
işe yaramayan fikirleri,
kaçan trenleri,
zamansız yaşlandıran dertleri,
‘O gün’ olanları,
halının altına süpürdüklerinizi,
dolabın dibine iteklediklerinizi,
Atın....
Bakın, ne güzel güneş çıktı......

17 Temmuz 2014 Perşembe

SUSMAYA NE DERSİN?




Söylenecek hiçbir şeyin yoksa, susmaya ne dersin?
Söyleyecek sözü olanları dinlemeye, anlamaya ne dersin?
Kitap sayfalarının arasında dolaşmaya...
Kâinatı okumaya...
Suratını okşayan rüzgârı, saçlarını ıslatan yağmur damlasını, ayaklarındaki kum tanelerini hissetmeye...
Güneşin batışını, hayata dair anlatacakları olan bir filmi, yıldızları, uzaklaşan bir gemiyi izlemeye...
Hastanedeki hastaları, cezaevlerindeki mahkûmları, kabristandaki mezar taşlarını görmeye...
Yollardaki bir taşı, bir düşeni, bir kendini kaybedeni kaldırmaya ne dersin?
Biraz düşünmeye, geçmişe, geleceğe gitmeye...
Sorular sormaya, hayata, kendine, dünyaya dair...
Kafa yormaya, hep ertelediğin konularda...
Bir cevap bulmaya, bir cevap veren bulmaya; içinden çıkamadığın problemlere dair...
Söyleyecek hiçbir şeyin yoksa, söyleyecek bir şeyi olanlardan bir şeyler öğrenmeye ne dersin?
Bugüne kadar söylenmiş sözlerin üzerinde durmaya;
kiminin altını kırmızı, kiminin mavi, kiminin siyah kalemle çizmeye;
kiminin üstünü çizmeye,
kimine bir harf, bir kelime, bir ünlem eklemeye ne dersin?
Yeni bir şey söylemeyeceksen, daha önce söylenmiş sözleri bu kadar yüksek sesle, bu kadar kendi keşfinmiş gibi bağıra bağıra söylememeye ne dersin?
Kendini biraz hesaba çekmeye,
cevaplarının doğruluğunu kontrol etmeye,
hatalarını kabul etmeye...
Biraz bozmaya ezberlerini...
Biraz değiştirmeye kurduğun cümleleri...
Teslim bayrağını çekmeye...
Yeni şeyler öğrenmeye...
Yeni şeyler söylemek için susmaya...
Ama susarken de içine hiçbir ima katmadan, sadece susmaya...
Bir şey biliyormuş gibi değil.
Kâle almıyormuş gibi değil.
Kendini ağırdan satıyormuş gibi de değil.
Gümüş olan söze tercih edilesi bir altın değerinde olduğundan hiç değil...
Daha yolun başındaymış,
daha öğrenecek çok şeyi varmış,
söyleyecek hiç ama hiçbir şeyi yokmuş gibi susmaya...
Bir "Konuşursam yer yerinden oynar havasında" değil.
"Fırtına öncesi sessizlik" gibi de değil.
Sesini akort ediyormuş gibi hiç değil.
Söyleyecek sözü olmayan herhangi bir insan gibi...

Susmaya ne dersin?






















İzleyiciler